Beni benle tanıştıran Filistin'dir
O günden bugüne, birazdan işgalci katil bir Siyonist’in kahrolası kafasına inecek taşın, bir Filistinli mücahidin elinde kapladığı kadar yer kaplamaya çalışıyorum dünyada ve tüm benliğimle 7 Ekim’den bu yana tiksinmiş durumdayım herşeyden ve herkesten. Kendimden.
Kıbrıs Türk eğitim sisteminden geçmiştim. Bir kütle olarak oturup kalkıyor, tüketip yaşıyordum. Başarı veya başarısızlıklara dair belli ölçülerim vardı. Bunlara bağlı neticeler. Türktüm. Soran olursa Müslüman.
Dünyadan zerre haberim yoktu. Harita bilmiyor, tarih bilmiyordum. Müslümandım, zira Türkün dini İslamdı. İslam’ı Allah’ın dini olduğu için değil Türkün dini olduğu için taşıyordum.
Kendime yabancıydım. Kimim, henüz tanışmamıştım. Böyle bir gailem de yoktu. Hiç böyle sorular sormuyordum. Bir Noel haftası Rumlar saldırmıştı. Müslümanlar ölmüştü. Türk oldukları için Müslümandılar. Türk oldukları için öldürülmüşlerdi. Öldürenler Müslüman değildi. Türk olmadıkları için öldürmüşlerdi. Bir matematik vardı. Akritas ve Enosis. Öldürüp azaltacaklar. Az olanı da Türk olmayan Yunan’a bağlayacaklar. Sonra çok olduk, yapamadılar.
Aynı zamanda, noel ve yılbaşı eğlencelerine katılmamız, mahalle ve caddelerimizi noel süsleriyle doldurmamız tutarsız ve bayağı gelmiyordu. Türktüm ve soran olursa Müslüman. Rumları yenmiştik.
Büyük mücadeleydi. Fakat birşeyler eksik değil miydi? Neden düşmandılar bize? Yenildiler ve bitti mi? Düşmanlıkları, bozulan matematikleriyle sıfırlandı mı? EOKA’daki Tasos düşmandı da ya torunu neden? Neden en iyi Türk ölü Türktü? Türk dediğin, benim gibi yiyip içen, gezip tüketen; kütle olarak bir yer kaplayan, yürüyen ölü bir kimliksiz ise tek dertleri topraklar mıydı?
Kıbrıs’ı alsalar İzmir’i, İzmir’i alsalar Trabzon’u, onu da alsalar İstanbul’u istiyorlarsa ve nihayetinde hepimizi Orta Asya’ya kovduktan sonra tüm Anadolu ise hesapları. Oradakilerin de durumu ortada. Sovyetler silindir gibi geçmedi mi üstlerinden? Ya Doğu Türkistan..
Biz çocukken Bosna’da çeyrek milyon insan katledilmiş. Lefkoşa’daki, Mağusa’daki, Güzelyurt’taki, Girne’deki Kıbrıs Türk eğitim sisteminden geçmiş akranlarımdan kaçının haberi oldu? Kaçımıza anlatıldı öğretmenleri tarafından? Okulda yoktu. Sokakta da yoktu.
Almanca öğrenmek için gidilen Alman Kültür Derneği, Fransızca öğrenmek için gidilen Fransız Kültür Derneği.. O noel haftası Türk olmayanları Türklere karşı silahlandırıp sürenler, sağ kalanlara dillerini öğretmek için süngü çıkarıp gelmişlerdi. Bu savaştaki zaiyatımız daha fazlaydı ama bunları düşünecek ne vaktimiz vardı ne de aklımız.
Her yer mavi ve yeşildi. Bir kulübe girecektik. Türkiye’yi almadıkları ve hiçbir zaman almayacakları bir kulübe. Noel haftası bizi öldürenlerle el ele girecektik. O dönemki matematik öldürüp azaltmaktı. Şimdiki matematik yaşatıp dönüştürmek.
Yirmili yaşların başında bir yer duydum. Bir ülke. FİLİSTİN.
FİLİSTİN.. Yeşil gözlü, altın rengi saçları olan güzel bir çocuk gibi gelmiyor mu kulağa? Dediler ki Filistin’de Müslümanlar yaşıyor. Şeyh Ahmed Yasin’in fotoğrafını gördüm. Bembeyaz kıyafet içerisinde. Uzun sakallı, sert ama bir o kadar yorgun gözleriyle, üzgün, kızgın, derin bakışlı bir dede. Bacak bacak üstüne atmıştı. Felçliymiş, tekerlekli sandalyeye mahkummuş.
Mahkum. Mahkum dediğin bir tutsaklığa hapsolmuş aciz kimseye denir. Başkalarının çizdiği sınırlarda var olmaya mecbur, hürriyetini kaybetmiş kimseye. Fakat O, İsrail’in roketli saldırısında şehid olmadan önce çektirdiği bu karede, felçli haliyle, mahkumiyeti reddercesine bir bacağını diğerinin üstüne attırarak fotoğraf vermiş.
Sakallı mücadele adamı mı olur? Komutan mı olur? Uzun beyaz elbiseler içinde lider mi olur? Hem de namaz kılıyor, oruç tutuyor, Allah’a inanıyor. Din ve devlet işlerini ayırsalar, biraz düşmanları gibi giyinseler, öyle sevinseler, öyle üzülseler, öyle yiyip içseler, öyle yaşasalar belki de barış gelecek?
Sonra, eski TMT’cilerin söyledikleri geliyor aklıma: “Biz çocukken, Cuma günleri öğretmenlerimizle Cuma namazına giderdik. Abdesti, namazı onlardan öğrendik. Geceleri nöbet mevzilerine giderken abdest alır giderdik.”
İşte benim dönüm noktam bu fotoğraftır.
Bu fotoğraf benim zihnimde, doğup büyüdüğüm toprağın ilk fethidir. Hala Sultan’dır. Mağusa’nın kale dişlilerine atıyla dalan Canbulat’tır. Cengiz Topel’dir. Erenköy mücahidleridir. TMT’de yıllarca mücadele etmiş erkeklerdir kadınlardır. Başbakanı ayak sürürken, yetkiyi alır almaz harekat emri veren Necmeddin Erbakan’dır ve daha bir çok şeydir.
Beni benle tanıştıran Filistin’dir. Dedelerimin katilleriyle aynı hayatı yaşamama dair dayatmalara, çıplak elleriyle ruhumun benden habersiz verdiği silik ve isimsiz mücadeleyi, Filistin ve Kudüs davasını öğrendikten sonra anladım. Anlamlandırdım. Bu İslam davasıydı. Türkün değil, Arabın değil, Kürdün Çerkezin Acemin değil; hiçkimsenin cengaverlik ve övünme davası değil.
Mağusa sınırındaki olaylarda Filistin sapanlarıyla Ruma karşılık veren Türklere neden Müslüman dendiğini o zaman anladım. Bir tek ben yaşıyor gibiydim önceden. Dünyada başka millet yokmuş gibi. Başka diller konuşulmuyor. Başka denizler kıyılara vurmuyor. Başka rüzgarlar esmiyor. Başka acılar yaşanmıyor gibiydi.
O günden bugüne, birazdan işgalci katil bir Siyonist’in kahrolası kafasına inecek taşın, bir Filistinli mücahidin elinde kapladığı kadar yer kaplamaya çalışıyorum dünyada ve tüm benliğimle 7 Ekim’den bu yana tiksinmiş durumdayım herşeyden ve herkesten. Kendimden. Övünmelerimizden. Yapılan ve yapılacak olan her ne olursa olsun, bebeklerin paramparça olmasına, kadınların kocalarının önünde tecavüz edilmesine, hamile kızların bebekleriyle beraber katledilmesine, çocukların açlıktan ve susuzluktan can vermesine engel olmayacaksa koca bir boşluktur.
Herşey ve herkes durmalıydı aslında. Oradaki katliam, acı, soykırım, vahşet bitene kadar başka herşey durmalı, beklemeliydi.
Fakat duramaz. Bu torna, benim otuz yıl önce geçtiğim yağlı dişlilerinin arasından yeni ürünlerini çıkarmaya devam etmeli. O külübe girmeliyiz. Sahte diplomaları çözmeliyiz. Türkiye çelik satmalı. Silah parçaları satmalı. Suyunu, domatesini, askerinin kıçındaki termal donunu göndermeli. Düşmanımız olmayan yalnızca iyi ve zengin tüccarlar olan Yahudilere arsalarımızı satmalıyız, sokak ve caddelerimizi 2025’e hazırlamalı, şairin dediği gibi “laik, demokrat ve neşeli” olmalıyız.
Böylece, biz ölürken onlar gömülmeye devam edilmeli..